Tekrarlamak gerekirse, Türkiye Profesyonel Futbol Ligi denen kakafoninin içindeki en güzel melodilerden birinin bestecisi, İstanbulspor antrenörü Aykut Kocaman 2004’ün ilk günlerinde, bundan böyle İstanbulspor kulübünün teknik direktörlüğünü yapmayacağını basın açıklaması ile konserine (şimdilik) noktayı koydu. Aykut hocayı 8 senedir futbolculuk, yardımcı antrenörlük, futbolcu-antrenörlük ve en nihayetinde antrenörlük gibi bir futbol takımı ile ilgili akla gelebilecek her bölgesinde görev almış, almakla kalmamış ve (kendi deyimiyle) bundan da inanılmaz keyif aldığı takımından ayıran elbette bir çok nedeni vardır. Lakin, yazının konusu bu olmayacak.
‘Biz’leri Aykut Hoca vasıtasıyla, anlamakta en çok zorluk çektiğimiz, vicdanen ve mantıken habire mağlup habire mağdur ve de bir avuç olduğumuz heyhulâya, yani “Türkiye futbol dünyası” denen bu sahnede bencileyin bir duygusal tek kişilik bir sunum izleyeceksiniz.
Doğrudur, Türkiye liglerinde bir sezon boyunca bir çok antrenör belli veya belirsiz bir sürü nedenlerle sezonu takımın başında tamamlayamaz ve istifa etmek zorunda kalır. Ve eğer üç büyüklerin başından ayrılmıyorlarsa da çok da fazla haber değeri taşımazlar. Aykut Kocaman, bu hocalardan farklı olarak, istifasından sonra, diğer bilinen bazı politik ve kapital nedenlerin dışında, azımsanmayacak bir sempati görmüştür. Peki böylesi bir sempatinin arkasında ne vardır? Son derece sade, gösterişsiz ve gözden ırak bu köy acaba gitmesek de görmesek de bizim köyümüz müdür? Peki ya o köyü hâlâ, her türlü melanete rağmen gidilecek köy yapan sadece köyün muhtarı mıdır? Veya kendisinin de demeye getirdiği gibi, “Ben farklı bir şey yapmadım, sadece bir beste yaptım ve galiba birileri de o beste de kendi notalarını buldu” mu? O vakit o notaların yer aldığı satırlara bakmakla yolculuğa başlamakta fayda var. Neymiş bakalım, bu bestede notalarımız. Doğal olarak, ilk olarak bestecinin yaşamına bakmakta fayda var. Çünkü, göreceğiz ki bu bestekâr mırıldanmalarımızın çoğunun müsebbibidir.
Bir mahalle dizisinin başrol oyuncusudur
Her ilgi çeken mahalle dizisi sonrası, yapılan ‘görece’ açık oturumların en bildik, afili teşhislerinden biridir; “İnsanlar geçmişte özlemini duyduklarını o eski mahalleleri aralar ve o dizilerde o karakterlerde bu özlemin izdüşümlerini görürler.” Çünkü o mahalleler de, elden ayaktan düşenin yanında hep birileri, en çok da başrol oyuncusu olur. Hiçbir şey beklemez, hesapsız, insanın ve günün rasyonalitesinin kaldırmadığı şekilde cefakârlık yapar, vefakârlık gösterir, habire kendinden verir. Düşkünün bohçasına omuz atar. Ağırlığını alır evine götürür, saçına ak yapar.
Öte yandan, izleyen için en ağır olanı bunları öyle ahalinin gönül tahtlarında ikamet etmek için, egosuna kat atmak için değil de, böyle olması gerektiği için, yaşam pratiğinin içinde sıradan bir olay olduğu için yapıyor olmasıdır.
Biz de ekranın karşısında, bu acılı coğrafyanın, belki de hak etmediği halde en ağır cefalarını çeken solcular olarak, bizleri bir türlü anlamadığını söylediğimiz ahaliyle, bizi çok iyi anlayıp da eza ve cefa tezgahlarını buna göre imal edenlerle beraber kendi özel alanlarımızda bu karakterle özdeşleşme seansları yaşarız. Birileri alır bu ‘ders’ karakterleri sadece rüyalarına taşır, bazıları da, ertesi günün sabahı uyandıklarında hayatı böyle karakterlerle boyamaya çalışırlar.
|
Ama bir şey vardır ki, alabildiğine gariptir. Hayatın belki de hiç bir sembolünde, kimliğinde ve geleneğinde örtüşemeyeceğiniz bu büyük coğrafyanın bir sürü insanıyla, konu dizinin (veya filmin) karakterlerinin taraftarlığına gelince, kötüyü tutacak pek bir kişi bulamazken, iyinin hanesinde sürekli bir yığılma olur.
Ve yine o bezdirici sualle karşı karşıya buluruz kendimizi; nerededir acep yanlış? İzlemeye gelince, hayallerimizi, özlemlerimizi paylaşmakta hiç sıkıntı duymayız da oynamaya gelince alabildiğine yalnızızdır.
“Size bir şey söylemek istiyorum. Ben köylüyüm, ve çocukluğumdan beri siz benim için çok önemlisiniz, hep de öyle olacaksınız.” Bir otelin otopark görevlisinin Aykut Kocaman’ın yanına gelerek içtenlikle söylediği cümlelerden, kelimesine dokunmadığım aktardığım cümlecik.
Dikkat ettiniz mi içinde ne futbol var, ne Fenerbahçe var, ne de İstanbulspor (diğer cümlelerinin içinde de yoktu), sadece ‘sıradan’ bir insanın sıradışı sözcükleri var. Ben kendi adıma bir şeye daha dikkat ettim, ‘ben köylüyüm’ sözcüğünün bu kadar rahat ifade edilmesi, sanki kırık-dökük bir takanın giriş izni olup olmadığını takmayarak bir limana gönül rahatlılığı ile yanaşabilmesi... Ki o limana Malatya’da da, Elazığ’da da, Samsun’da da, Trabzon’da da yanaşan birçok taka vardı. Hem de denizlerin bu en dalgalı ve en korkuncunda seyretmelerine rağmen.
Acaba hayatımızda bilemediğimiz kaç limana yanaşırız böyle, hiç hesapsız kabul edileceğimizi, tanrı misafiri gibi karşılaşacağımızı bilerek.
Peki nedir acaba, bizi bu limanlara çeken? Galiba asıl hikaye de buradadır. Ki bu hikayedir ki, bunun kahramanı da sadece Aykut Kocaman değildir. Ve yaşamın her türlü falsosuna rağmen, eski Yeşilçam melodramlardaki gibi, rolleri sadece aralarına katılan köylü genci marizlemek olan ve sürekli ‘acayip’ şarkılarla dans eden ‘zibidi’ zengin gençlerin ümüğüne Yılmaz Güney gibi basıp, iki tokatla topunu yere serip ortalığı ezilenlerin şenliğine çevirmek isteyen bir sürü mazlum sızar hikayenin ortasına. Belki de memleket solcusu olarak, kendimizi en kalabalık hissettiğimiz, aynı hissi birçok çatının altında beraber yaşadığını bildiğimiz ender anlardır o anlar.
Galiba, biz bu memleketin insanı ile de en çok, hikayelerde, filmlerde, romanlarda paslaşırız, çoğalırız. O vakit de, böylesi hikayeleri, filmleri yakaladığımız zaman biz kaçırsak bile, vicdanımız kaçırmaz pozisyonları.
Bir köy enstitülü öğretmen babanın hayatının en güzel hikayelerinden biridir
Belki Fakir Baykurt gibi; Anadolu insanının yaşadıkları, ezaları üzerinden bu toprakların en güzel hikayelerinden birini yazamamıştır ama Anadolu insanın kaybettikleri üzerine, yaşamayı geçtim dillendirmeye korkar oldukları bir erdemler bütününün buluşmasını sağlayan bir çağrışımlar bütünü bir evladı yetiştirmiştir. Belki ismini ‘Yakup’ koysaydı, daha da bir rahat ederdik, yazının devamında, dolayısıyla da bol bol Edip Cansever’e kulak verirdik. Olsun yine da şairden, ödünç almakta fayda var gocunmazdı da herhalde...
‘Her türlü çağrılamanın olağan şekli Yakup’, veya Aykut Kocaman.
Muhakkak ki sadece bizim yaşamımızda değil, bu coğrafyanın bütün insanlarında vicdani çağrılmaların birçok başka insan sureti şekilleri de vardır. Lakin bize, bu hikaye de, canımızı çok sıkan, bir türlü bize hayal ettiğimiz dünyada yaşamanın anahtarını vermeyen bu toplumun insanıyla kesişebildiğimiz bir kahraman olarak Aykut Kocaman eşlik ediyor.
Aslında, o sadece işini yaptı. İnsanın kanını ve yüreğini dondurma potansiyeli en yüksek alanda, çıktı başka başka konuştu, başka başka yaşadı, başka başka yaşattı. Ve öyle bir pas attı ki, toplumun ortasına, hiç beklemedik göğüslerde hiç beklemedik kontrollerle karşılaştı. Kendisi bundan ne kadar mutlu oldu, karnesini kaç tane pekiyi ile doldurdu bilemeyiz, ve fakat bize öyle bir pas attı ki, memleketin hangi köşesine giderseniz gidin, insanlığa dair, ahlaka dair, emeğe dair, ağzınızı açtığınızda sizi kapının önüne koyacak insan grubuyla oturup ağız dolusu konuşacak bir yaşam örneği vermiş oldu. Demek ki hâlâ bu topraklarda üzerine kalabalık bir şekilde konuşulacak şeyler varmış.
İşte bu yüzdendir, en çok da ‘biz’ sevindik ve biz sevdik onu. Sevmeyip de ne yapacaktık, kendisi küçük yüreği kocaman bu adam, Gramsci’nin “İnsan sadakatının krallığıdır futbol” cümlesine nazire yaparcasına, dikti krallığını orta yerine dürüstlüğün, dayanışmanın, onurun, vefanın, ve boşluk koysak doldurmakta hiç de zorluk çekmeyeceğimiz bir çok insanî erdemin rengarenk sancaklarını...
Roma yurdunda, bir Galyalıdır
Etrafını çeviren tüm Roma tiranlarına rağmen, hâlâ inatla, bildiği yaşamı savunan ve bunun için de savaşan bir yeni zaman büyücüsüdür. Ve bu savaşa bir çok ‘köylü’sünü de ikna etmiştir. Hatta Romalıların bile kafasını karıştırmıştır. İşte bu yüzdendir, birçok üç büyük taraftarın kaçamak aşkıdır, yan gözle takip edilen. Ve yine bu yüzdendir ki, artık büyücü sihirli iksiri yapamayacağını söylediğinde, tüm futbolcuları kameraların karşısına geçip, sözcüklerle değil bakışlarıyla anlatmışlardır hüzünlerini, hırslarını ve acılarını.
İşte bu hikayenin kısacık bir özeti. Farkında mıydınız bilemiyorum, yaklaşık 2,5 senedir, her türlü zorluğa, zorbalığa ve imkansızlığa rağmen Türkiye futbol dünyasının orta yerinde en afili korsanlardan birisi konmuştur. En şık yazılamalardan birisi yapılmıştır. Her ne kadar, gündemin efendilerinin vizyonuna giremese de, ahlak adına bildiklerimizin tanık olduklarımızın pul pul döküldüğü sokaklarda, en güzel pullamaları yapmışlardır. Ve belki de, tahminimizin bile ötesinde insana gitmiştir mesaj. En önemlisi de, futbol oyunun tek sahnesi olan sahada, her türlü haksızlığa, adaletsizliğe ve insanı isyana gark eden muameleye karşı, birbirlerini boğazlamak için fırsat kollayan futbolcular arasında, hangi niyetle yapıp yapmadığını umursamadan, (gole ihtiyaç duydukları maçın son anlarında bile) yerde yatan rakip oyuncunun ayağına masaj yapan oyuncu grubunun şefi olarak da en çok o dünyaya tokat olmuşlardır. Uğraşması en güç varlık olan insanla, inanılmaz bir ilişki kurup, takımın en iyi transferi, en afili oyuncusu olarak hep “ahlak”ı örnek göstermiştir oyuncularına. Ve farklı coğrafyaların farklı karakterleri de hiç gocunmadan hiç kıskanmadan, bu örneği sürekli takip etmeye ve yaşatmaya çalışmalarıdır. Elbette, ellerinden geldiğince...
Belki de başta söylediğimiz notaların izini takip etmeyi burada kesmekte fayda var. Ki bencileyin olanlar, sizcileyin olanların alanına girmesin. Sonuçta, herkese o besteden kendi notalarını kendi hikayeleri üzerinden çıkaracaktır.
* * *
Son söz yerine;
Söylemeye gerek yok, zor bir yazıydı ve belki de bazı bazı fazla artistik hareketler yaptık, o kadar da olsun. Ama içim rahat ve her şeye rağmen kendimi yine de İstanbulsporlu futbolculardan veya daha başka insan grubundan daha şanslı hissediyorum. Lakin köşeye sıkıştığı an, kahraman bulmak da hiç de sıkıntı çekmeyen bir gelenekten geliyorum.
Belki başlık Aykut’tu ama yazıda o kadar da çok Aykut yoktu. Aslında Aykut Kocaman da keyifli bir bahaneydi. Fırsat bildik, yastık altı, çeyiz sandığı konulara girdik. Fena mı oldu!!!Nietsche’den araklarsak, “Aslında insan birini sevmiyormuş, o insanın kendisinde hissettirdiklerini seviyormuş.”
İşte böyle bir şey.
O yüzden bu yazı Aykut Kocaman’ı ve onun hâlâ yaşamaya çalıştığı doğru hayatı bağlamaz. Öte yandan bağladığını düşündüğüm ve bildiğim birçok insan var. Ve hatta bu insanlar, başka hissettirenler konusunda ortak olduğunu düşündüğüm kendi ‘cemaatimin’ dışında da oldukça fazla.Ama o olmasaydı, bu muhabbet olmazdı. İyi ki varsın Aykut hoca, ve de iyi ki var olacaksın.
Ve son söz için de, bize yaşamın her alanında en insafsız ve boğucu pres uygulayanlar gibi, boğazına kadar pislik içersinde olan futbol dünyasını yaratanları nefessiz bıraktığı, ezberini bozduğu ve dilini aklını topa tuttuğu için hocanın futbolculuk günlerinde golleri sonunda yapılan tezahürâta sarılmakta fayda var. Evet, futbolun karanlık efendileri...
‘Nasıl koydu Aykut Kocamannn!!!’
(19.01.2004)